
Türk'ün Gözyaşı Dinsin Artık
Tarih: 21.12.2005 Saat: 22:15 Konu: Ülkücü Tavır
Şöhret basamaklarını hızla tırmananların birçoğunun, ünlerini kaybettikten sonra derin bunalımlara girdikleri doğrudur. Bu tipteki kişiler gündemden düşmelerini, sıradan vatandaş olmalarını içlerine sindiremezler; eski günlerini hayallerde aramaya başlarlar. Şöhret insana olan ilgiyi arttırır.
Buna karşılık Osmanlı her açıdan dengeyi temsil etmektedir. Osmanlı sultanları şöhretin gururundan kendilerini korumak için *****a namazı çıkışlarında askeri, “ mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” diye bağırtırlardı. Eski dönem Türk toplumsal yapısında gurur, kibir yoktu. Herkes bir arada, huzur içinde yaşardı. O bakımdan düzene yönelik itirazlar son derece azdı. Çünkü devlet düzenini kendilerinin bir parçası olarak görüyorlardı.Toplumsal kanaat önderi denebilecek kişiler de ün, şan, şöhret gibi vaha benzeri şeylerin büyüsüne kapılmıyorlardı. Onlar darı ambarında tane olmayı kabullenerek, bütünde yok olmayı göze alan; bir lokmayı bir hırkayla kabullenmiş kişilerdi. İşte bunlar Türklerdi…
Türk olmak öteden beri zor olmuştu. Türk acıları hep yüreğine bastırırdı. Hayırlısı olsun, bu da geçer demek hep Türk’e düşmüştü. Mağdur, ezilen rollerini hiçbir zaman oynamadı. Çünkü yapısında düşündüğü gibi yaşama, yaşadığı gibi düşünme desturu vardı. İsyan, başkaldırma, düzeni değiştirme gibi kavramlar Türk’e hep yabancı geldi. Hem niye isyan etsindi ki, zira yaşadığı toprak onun bir parçasıydı. Türk Dumlupınar’a, Çanakkale’ye yiğidini gönderip, kundakta ki bebesiyle şehit olan erinin arkasından hep ağıt yakan olmuştu. Giden yavuklusunun, yavrusunun ardından yüreğine taş basan hep Türk olmuştu. Edep, haya, ahlak Türk için çok önemli değerlerdi. O sevdiğinin gözüne dahi bakamayan, babasının anasının yanında çocuğunu dahi sevemeyen bir anlayışın ta kendisiydi.
Bunca şeyin üstüne gelen kimlik tartışmalarından da bir şey anlamadı. Ona göre böyle şeylerin ne gereği vardı ki…Gelişen, artarak devam eden tartışmaları ağacın arkasına saklanan çocuk utangaçlığında izledi. Ama bir gerçek vardı ki o da; yüreği her geçen gün inciniyordu. Sahip olduğu mukaddes topraklar için her şeyini veren Türk insanı dışında herkes bir şey söyleyip, hak iddiasında bulunurken O munis, sabırlı ve tevekkül içindeki ruh halini hiç bozmadı. Ancak öylesine kafası karıştı ki, dünya gözüyle hiç mi huzur görmeyecekti? Hadi huzurdan geçti de, hiç mi anlaşılmayacaktı? O her zaman verilen görevi yaptı. Canından aziz bildiği vatanı için gözünü kırpmadan ölüme koştu, yine de koşardı heyhat!
A.Turan ALKAN, ‘Türkiye’de Türk olmak’ isimli bir makalesinde,“ … Devletin resmi ismini, aidiyet adresi olarak paylaşmak Türk’e hiçbir imtiyaz tanımaz, bilakis çoğu yerde yarışa geriden başlamasını gerektirir. Türkiye *****huriyeti’nde yaşayan ve kendini Türk hisseden birinin devletle yüz-göz olmuşluk derecesi, variyetli ve şöhretli bir sülalenin elli ikinci dereceden uzak ve *****ara akrabası olmak gibi bir şeydir. Fiilen hiçbir anlam ifade etmez.Türkiye’de kendini Türk sayanlar, Türk oldukları için bugüne kadar kayrılmamış, kollanmamış, öne çıkarılmamıştır. Onların bu isim akrabalığından paylarına düşen, devlet adamlarının ara sıra söylediği güzel sözler, vecizeler, tatlı iltifatlardır…” (30/11/2005, Zaman)
Evet, Türk için tatlı bir sözün bile anlamı büyüktü. Olsun varsındı, üvey evlat muamelesinde de bir hayır vardı. Çünkü o her şeyi hayra yorardı. Hülasa Türk olmak her zaman zor olmuştu. Başkaları, mazlum edebiyatı ile olmadık cinlikler yaparken, o sadece; Allah’ın akıl fikir vermesinden bahsederdi Asıl mahzun, mazlum aslında kendisiydi. Her gelen bir şey söyledi, her gelen bir kimlik tanımı yaptı, ama o bunlara hiç aldırış etmeyerek dik ve vakarlı duruşunu bozmadı, ama yüreğinde ki hüzün yağmurları da hiç eksik olmadı.
Ama bir gerçek vardı ki, maşuğundan ayrılmış aşık edasıyla hep içindeyken bile vatanına hasret çekti. Nerede biteceği belli olmayan hasretliğini hala dindiremedi. Hep hazin hikayelere konu oldu. Her ocaktan feryatlar yükseldi. Her aileden bir şehit uğurlandı. Hep gözü yaşlı ana, baba, yavuklusu oldu. Ne gariptir ki Türk’ün gözünün yaşı hala dinmedi.
Türk, siyasi ve ekonomik ganimet paylaşmakta atik olmadı. Kendisini 70 milyonda bir hisse sahibi olduğu tüzel kişiliğin sahibi sanmasına rağmen, başkaca aidiyet iddiası taşıyan kişi ve toplulukların hak peşinde koşmasını anlayamadı. Türk devletini sahiplendi, ama bu başkalarının sahiplenişini kıskanma raddesine ulaşmadı; bilakis başkalarının hak peşinde koşmasını garipsedi, anlayamadı, hatta bu durumdan öyle incindi ki… Türk’ün bilinç altında devlet bir gölgeliğe benzerdi. Bu gölgelikte özel yer ve hak iddia edilmesini kendisi adına bile manasız ve gereksiz bulurdu. Buna rağmen, ihanet tiyatrosunun kostümlü ve mazlum görünümlü oyuncuları, devletten her zaman özel hak talep edebilmişlerdi. Yok iki millet, yok demokratik *****huriyet, yok federasyon, yok ana dilde eğitim talepleri gölgelikte yer edinmekten daha çok gölgeyi sağlayanın ortadan kaldırılmasını amaç edinmişti. Türk buna da öylesine üzüldü, kırıldı ki…
Türk kendisini Kürşat’ın kırk atlısından birisi olarak görürdü. O Mete Han’ın ordusunda bir isimsiz kahraman, yada Malazgirt Ovası’nda Alparslan ile uğraş veren cengaverdi. Nedense fedakarlık yapılması gereken zamanlarda hatırlanırdı. Hiçbir zamanda fedakarlıktan da kaçınmadı, sonu hayatına mal olsa da… Hep efsaneyi yaşadı. Anadolu kadar efsaneyi yaşayan, yaşatan başka bir coğrafya var mıdır acaba? Efsane, ama sonu hep dramla biten bir efsane… Yinede aldırış etmedi. Çok sıkıldığında bağrına taş bastı. Bazen düşünürüm, ağıdın bu kadar yaygın olduğu bir başka memleket var mıdır? Ağıt onunla bütünleşti. Hülasa Türk’ün hayatında hep göz yaşı oldu, hep hüzün vücut buldu. Gözünden gelen yaşı bile hayıra yordu; vardır bunda da bir hayır dedi. Hep sevdi, ama ulaşamadı. Hep özledi, ama göremedi. Hep aradı, ama bulamadı. Allah aşkına söyler misiniz artık Türk’ün gözyaşı ne zaman dinecek? Ne zaman son bulacak; öz vatanda parya, öz yurdunda gariplik kabusu…
İzzet Ulvi YöNTER
|
|